KÖYÜMÜZDE YAŞANMIŞ GERÇEK VE GÜLÜNÇ OLAYLAR

 

GEÇMİŞTE GAZYAĞI GÜNÜMÜZDE GAZ (DOĞALGAZ)

Ahmet Fayık dayı kışın köyden kızı Zilfinin yanına gider. Bir gün Zilfi babasına :

-Baba PTTye git de şu paraya gaz al. Benim işim var demiş. Parayı vermiş.

Ahmet dayı PTTye gitmiş. Vezneye parayı verip gaz istedşğini söylemiş. Veznedar tamam amca demiş karta yüklemeyi yapmış geri vermiş. Dayım gitmiş karşı koltuğa oturmuş. Aradan epey bir süre geçmiş. Veznedeki memurun dikkatini çekmiş.

-Amca ne bekliyorsun, işin tamam! demiş. Dayım da,

-Nasıl tamam, gazı bana daha vermedinki, hani gaz tenekesi demiş. Memurlar oradkiler gülmeye başlamış ve epey bir zaman sürmüş bu durum. Memur durumu anlatmış olay aydınlanmış. Eve gelince kızına böyle böyle oldu bu doğru mu demiş. Hala aklı bir türlü bu durumu almıyormuş.

 

Acerin Ismayıl Dayı ve Pırasa

Çok eskiden, arabaların bugünkü gibi işlemediği zamanlardan bir gün İçinde Acergilin Ismayıl Dayının da bulunduğu beş on kişilik köylümüz eşeklerle Çankırı'ya alışverişe gitmişler. Çankırının meşhur Çarşamba Pazarına varmışlar. Pırasaları görünce İsmayıl Dayının canı pırasa çekmiş. Pazarcıya " Bana şuradan iki kilo pırasa ver" demiş. Satıcı pırasları tartarken Acergilin İsmayıl Dayı da cebinden çıkardığı cüzdanına bakıyormuş. Pazarcı pırasayı tartmış vermiş. Acergilin Ismayıl Dayı fiyatı biraz pahalı bulmuş ve parasına kıyıp almak istememiş. Pazarcı "Alsana dayı" demiş. Acerin Ismayıl Dayı" Ben vazgeçtim, almayayın, benim hanım pırasa pişirmesini bilmiyo da." demiş. Pazarcı şaşırmış kalmış. Yan tarafttan diğer pazarcı arkadaşına sormuş "Ya ne düşünüyon?" diye sormuş. "Sorma! Şu dayının halini düşünüyorun. Pırasa alacağıdı emme karısı büşürmesini bilmedüğü üçün geri verdi. Ona üzülüyon" demiş.

GÖNDEREN : Acerin İsmailin torunu

İLK PORTAKAL
 
Köyümüz eskiden Derelli ve Ovacık, Ağacuk Köylerine yaya veya hayvanlarla gidişlerde kestirmeden gitmek isyeyenlerin tercih ettiği bir güzergah üzerindedir. Özellikle kışın köyümüzde bir soluklanma, dinleme, tanıdıklara veya akrabalara bir selam verme, görüşme, hal hatır sorma isteği de bu tercihlerde etkilidir.  
  1960’lı yılların bir kışında Derelliden bir misafir köyüne giderken Osdiğil’e uğrar. Hoşbeş edilir, yemekler yenir. O sırada yaşlıca misafir amca heğbesinden o güne kadar görmedikleri sarımsı birşeyler çıkarır, evin hanımlarına “ Gelinler! Şunları da siz yiyin” der ve beş altı tane portakal verir. Misafir gittikten sonra evin gelinleri ilk defa gördükleri portakalları soymadan ısırmalarıyla birlikte tükürmeleri de bir olur. Birbirlerine “ Amanın bu ne böyle arduçevi gibi? Bizi zehirleyecek mi ne?” deyip şaşırırlar. Kaynataları olan Etem Dedeme “Hacıbaba! Bu ne böyle, abacı şey, biz yiyemedük.” deyince dedem gülmeye başlamış ve portakalın kabuklarıyla yenilmeyeceğini, soyularak yeneceğini anlatmış.

 

İLK SOBA SÖZÜ ve BİR SOBA HİKAYESİ

       Günün birinde bir söylenti dolaşmaya başlamış köyde. Bundan sonra ocaklar evlerin ortasında yanacakmış, evler de öyle ısınacakmış. Bu odanın ortasında yanan ocağa da soba diyorlarmış. Bu olacak iş miymiş? Böyle bir şeyin olması imkansızmış. Hiç evin ortasında ocak yanar mıymış? Bu şeytan işi olabilirmiş ancak . Bütün bunu duyanlar çok şaşırırlarmış ve inanamazlarmış. Tabii belli bir zaman sonra köyümüze de soba gelene kadar böyle konuşmalar hep hayretler içinde, şaşırılarak söylenip durulmuş yüz yıllar öncesinde.

 

SOBA VE ÇORAPLAR  

      Eskiden çevre köylerdeki gibi Bademçay köyünde de evlerin çoğu (günümüzde ne yazık ki tek bir örneği dahi kalmayan) tek katlı, üstü çatısızdı. Çatısız düz damlı evlerin üstüne demüsdü (damüstü) denirdi. Demüsdü, uzatılan mertek veya hatılların üstüne çakılan kalın dilinmiş tahtaların üstünün kuru çam pürü veya benzer şeylerle bir kat örtülmesi ve bunların üstüne de doyla denen bir tür yapışkan, yağlı, killi toprakla kapatılıp, loğ taşıyla üzerinden defalarca geçirilerek sıkıştırılarak yapılırdı. Bu evlerin ısıtılması ise bugün de her evde mevcut olan, evin odalarının bir tarafına yapılan, normalden daha büyük, bacasının da iki kişinin rahatlıkla sığabileceği genişlikteki büyük şömine benzeri ocaklarda yakılan odunlarla sağlanıyordu. Bu ocaklar aynı zamanda her türlü yemek ve ekmek pişirme işlerinde de kullanılıyordu. Günümüzdeki evlerin çoğunda da hala bu tip ocaklıklar mevcuttur. Çook eski zamanlarda, köy evlerinde sobanın olmadığı devirlerin bir kışında köyden üç dört kişi o zamanlar araba olmadığı için Ankara’ya gitmek için ellerine kalın birer deynek (değenek) alarak yola koyulurlar. Yol uzun olduğu için yolculuk günlerce sürer. Bunlar bir akşam bir köye mi kasabaya mı ne ulaşırlar. Geceyi burada geçirmeye karar verirler. Bir eve Tanrı misafiri olurlar. Ev sahibi ikramda kusur etmez. Bunları yedirir içirir, yatma vakti gelince yanlarından çekilir. Karnı doyan, sıcağı da gören bizimkiler ev sahibi odadan gidince üstlerini başlarını çıkarırlar. Eski dize kadar yün örme çorapları da yolda gelirken karda ıslanmıştır. Hepsi ıslanan çoraplarını da çıkarırlar ve sobanın borusuna asarlar ve uyurlar. Sabah kalkarlar, bakarlar ki, ne görsünler, bütün çorapların boğazları ve uçları yerde. Sabaha kadar çoraplar sobanın borusunda yanmış. Meğer bizimkiler sobayı ilk defa görüyorlarmış ve onun borusunda çoraplarının yanabileceğini düşünememişler.

 

İLK ÇAY

       (Çayın Türkiye’de yetiştirilmesine yanılmıyorsam 1800’lü yılların sonuna doğru, yakın sayılabilecek bir geçmişte başlanmış olup, tüketimi de cumhuriyetten sonra yaygınlaşmıştır. )

       Zamanında bizim oralarda insanlar çay nedir pek bilmezlermiş. Zaten çayın Anadolu’ya gelişi de çok yenidir. Çayın yeni yeni köylere girmeye başladığı bir zamanda bizim aşağı köyün odasında bir düğün mü, bir sohbet mi, önemli bir toplantıda, çevre köylerden de az da olsa bir iki misafir varmış. Hoşbeşten sonra köy odasındakilere köyün delikanlıları çay servisi yapmaya başlamışlar. Herkes çayını almış içmeye başlamış. Komşu Davutlar köyünden bir misafir de hayatında ilk defa çay görüyormuş olmalı ki, kaynar çay bardağını eline alır almaz dikmiş tepesine. Diker dikmez de ardına aşmış gitmiş. Ağzı ve boğazı yanan adamı zor kendine getirebilmişler.

  

PEKMEZE BUYURUN!

       Bizim oralarda insanlar özellikle yiyecek konusunda pek cömerttirler. Evde ekmek mi kalmamış, hemen komşusundan alıverir. Birisinin yoğurdu mu kalmamış, hemen kocaman bir tas yoğurdu komşudan alıverir. Verilen ekmeğin, bir tas sütün, yoğurdun, pekmezin vs.nin lafı bile olmaz. Bunları cömertlik olsun diye de yapmaz insanlar, anasından babasından gördüğü bir doğallıkla yaparlar. Onlar için bu çok ama çok doğal bir davranıştır. Birisi ekmek veya başka şeyler pişiren birilerini gördüğü zaman veya yemek yiyen birilerini görünce “Bereketli olsun!” der. Sofradakiler de ısrarla “Buyurun, buyurun!” derler ve o da sofraya oturur. Sofra üzerine birisi geldiğinde mutlaka sofraya oturtulması gerekir. Oturtulmaması büyük bir günahtır. Vebaldir. Eğer bütün ısrarlara rağmen gelen kişi sofraya oturmasa veya pişirilen şeyden ikram edilen şeyi almazsa veya yemezse “Babalım boynuna (vebalim boynuna)” denir. Buna babal artmak denir. Böylece o kişinin bu durumdan doğabilecek vebalinden kurtulunmuş olur. Buyurun sözü üzerine sofraya oturmak da adettendir.

       Yine insanların pek fazla şehirlere gitmediği ve dolayısıyla şehir adetlerini bilmediği zamanların birinde bir grup köylüyle, alım satım işleri için Acergil’in Acer Dede Çankırı’ya gider. Üç beş çıra satacaktır, kazandığıyla da ihtiyaçlarını alıp akşama köye dönecektir. Çıraları sattıktan sonra o zamanki Çankırı’nın merkezi olan, meşhur alış veriş merkezi Avara Tepesine gelir. Alış verişini tamamlamayan diğer köylüleri beklerken oraya buraya bakar. Tam o sırada pekmezcilerin yanından geçer. Yol boyunca sıralanmış koca koca pekmez kazanları ve yanında da pekmez alıp yiyen insanlar. Kazanların başında da “ Pekmeze buyurun! Pekmeze buyurun !” diye bağıran insanlar. Acer Dede de alış verişten yorgun düşmüş ve de iyice acıkmıştır. Hemen bağıran adamlardan birinin yanına gitmiş bi tas pekmez almış, biraz da ekmek. Bi güzel yemiş, karnını doyurmuş, kendine gelmiş. Kalkmış gidiyormuş. Tam o sırada “ Pekmeze buyurun!” diyen adam "Nereye gidiyorsun amca parayı vermeden?!" demiş.Acer Dede şaşırmış. Saf saf "Ne parası oğul, sen pekmeze buyurun dedin, ben de yedim. Paralıydısa niye öyle bağırıyodun?" demiş. Demiş demesine amma fayda etmemiş. Zar zor kazandığı çıra parasından kalanların üstüne arkadaşlarından topladığı paraları da ekleyip pekmez parasını ödemiş, ama hala aklı almıyormuş bu durumu. Çankırı’dan köye gelene kadar “Hem buyurun deniyor hem de para alınıyor!? Bu nasıl bir şey? diye hem kendi kendine hem de yanındakilere yol boyunca sorup durmuş.

 

PÜF ! PÜF ! PÜF !

       Bin dokuz yüz yetmişlerin başında bırakın köylerimizi çoğu beldelerimizde bile elektriğin olmadığı, köylülerimizin özellikle de yaşlılarımızın elektriği görmediği bilmediği, aydınlatmada gaz lambalarının, şinanayların, idarelerin, çıraların, maşalamaların kullanıldığı zamanlardır. Bir gün Emine (EMEKLİ (Çıyak Gız) Ebeyi Ankara’ya götürürler. Akrabası olan Molla Alinin Mısdafa deyzesini evine misafir eder. Hal hatır sorulur, yemekler yenir, derken akşam olur. Yine hoş beşten sonra yatma vakti gelir. Emine ebeye yatak serilir ve herkes yatmaya çekilir. Giderken “Deyze yatmadan lambayı söndür.” derler. Aradan beş on dakika geçtikten sonra Emine Ebenin yattığı odadan, gecenin sessizliğinde püf! püf! püf! diye sesler gelmeye başlar. Hemen kalkıp bakmaya giderler. Kapıyı açıp baksalar Emine Ebe tavandan sarkan ampüle doğru kafasını kaldırmış püfleyip duruyor.-Emine Ebe sen napıyon böyle? demişle-Napıyın oğul! üflüyon üflüyon lamba sönmüyo. Napacağımı şaşurdum. demiş.Emine Ebeye gösdermeden gülüşmüşle. -Ebe! Öyle değül, şurdan söndüreceğen. deyip elektrik düğmesini gösdermişle. O da yapduğuna yarı utana yarı sıkıla gülmiye başlamış. Herkes yüzlerinde yarı tebessümle tekrar uykuya çekilmiş. 

 

NOT: Sizler de köyümüz ve köylülerimizle ilgili duyduğunuz veya yaşadığınız ilginç, komik ama gerçek olayları sitemize yazınız...