SILADAN YAZ İZLENİMLERİ
 Uzun zamandır memlekete gitmemiştim. Bu yaz kısmet oldu yolumuz memlekete düştü. Ağustos sıcaklarında ver elini memleket yolları. Ankara –Çankırı yolu Çankırı sınırları içinde çift yol (duble yol) yapılmış. Yeni bitirildiği her halinden belli. Bazı yerlerde malzeme kalıntıları var. Ankara sınırları içinde çift yol çalışmaları var, fakat çok az ve yetersiz. Bu çalışmalarda Çankırı’nın çok hızlı bir çalışmayla kendi üzerine düşeni yaptığı görülüyor. Yolun yeni durumu ulaşımı rahatlatmış. Ankara tarafı bu çalışmayı bitirirse Çankırı ve dolayısıyla bu yolu kullanan diğer şehir ve ilçeler ulaşımda çok rahatlayacak ve şehirlerimiz arasında her alanda iletişim artacağı için bir gelişmenin olacağı da muhakkak. Rahat bir yolculuktan sonra Çankırı ve fazla oyalanmadan köyün yolunu tutuyoruz.
Artık içimizde kendi doğup büyüdüğümüz topraklarda olmanın getirdiği bir ev sahibi rahatlığı yanında yıllardır uzakta olmanın verdiği garip bir hüzün eşlik ediyor altımızdan akıp giden yola. Tanıdık çıplak dağlar, tepeler, yer yer küçük vadiler arasına adeta saklanmış izlenimi veren, kendini üç beş kavak ve söğüt ağacıyla gölgelemiş, arasına da beyaz bir minare koymuş, belki de yılların ihmalinden ve göçlerle sönmeye yüz tutan, küçülmüşlüğünden, eskimişliğinden, yılların verdiği yorgunluğunu, bakımsızlığını kimselere göstermekten utandıkları için hep küçük vadilerin, tepelerin arkalarına çekilmiş, yüzlerini bunlarla kapatmaya çalışmış, ama yoldan gelip geçenlerin de kimler olduğu merakını yenemeyerek ürkek bakışlarla izleyemeye çalışan gün görmüş, edebini içinde değil de davranışlarına da yansıtan yaşlı analarımıza benzeyen, kimisinin adının tanıdık geldiği köylerimizi birer birer geçerek doğduğumuz köyümüze doğru yaklaşıyoruz.Taa uzaklardan Asarıŋ Gayası kızıla çalan rengiyle bize bir bayrak gibi el etmeye başlayınca içimizde anlatılmaz duygular oluşuyor. Gözümüz hep yol gösteren bir deniz feneri edasıyla yükselen yalçın Asarın Gayasında. Gittikçe yaklaşıyoruz yaklaşıyoruz ve Gebeş’i dönünce artık bizim köyün topraklarındayız. Yıların hasretiyle Büyük Dağ’a, Küçük Dağ’a ve arabanın hızının izin verdiği ölçüde sırayla sağlı sollu dererleri tepeleri büyük bir hasretle, gözlerimizle okşuyoruz, öpüyoruz. Her geçtiğimiz yerde çocukluğumuza dönüyor, yaşanmış geçmişle hasret gideriyoruz. Geçen zaman ve içinden akıp giden, artık aramızda olmayan büyüklerimiz, hatırlarımız aklımıza gelip oturuyor ve bizi acı bir hüzün deryasına daldırıyor. Derken köprüyü dönüp Yazılara yönümüzü dönünce Mezarlık, yükseltinin başında kendisini gösteriyor. Içimizden bütün geçmişlerimize üç Kulvualla bir Elham okuyoruz ve tam mezarlığın karşısında onların ruhlarına yazın sıcağında serin bir selam olarak yolluyoruz. Allah (C.C.) mekanlarını cennet etsin, bu serin selamımızı onlara duyursun. Mezarlığı da geçiyoruz. Hafızamız bizi geçmişlerimizle baş başa bırakmıyor. Bir zamanlar dağ gibi buğday, arpa fiğ yığınlarının ve diplerinde düğenlerin sürüldüğü Aşağı Harmanlar, Yukarı Harmanlar, yemyeşil üzüm dolu, bakımlı Bağlar, çakıl taşlarıyla çevrili Çayiçi, gümrah erik bahçelerinin dizildiği Karaköy, şimdi yok edilen eğri ahladıyla Eğriahlat, Gabaçalı, Köyönü ve merhaba köyüm! Her yerden geçmiş hatırların silüeti belirirken aynı zamanda yol boyunca bunlara eşlik eden hüzün daha da artıyor. Bekirin Oluğu, Beton Oluk ne oldu size böyle! Ben giderken siz böyle boynu bükük değildiniz. Pöhrelerinizden harıl harıl buz gibi sularcoşuyordu. Oluklarınız ımbıl ımbıl doluydu. Sularınız ayaklarınızdan akıyordu. Önleriniz insan doluydu. Bekirin Oluğu, köyün sığırlarının yazın öğlen sıcağında sularınızı içip, kaba gölgesinde yakıcı öğle sıcağının geçmesini beklediği ayağındaki koca kavaklar, söğütler neredeler? Niçin köyün girişinde bizleri artık serin gölgeleri ve heybetli gövdeleriyle selamlamıyorlar, hoş geldiniz demiyorlar? Bir viranenin ortasında, yıkık dökük, baş başa vermiş yaşlı garip insanlar gibi kalakalmışlar öylece. Ya Aşağı Köyün evlerinin önündeki Ilıman Derenin yeşerttiği bahçeler ve bahçelerindeki koca koca ağaçlar? Onlarda bir alevin yalazında, arkalarında bir gariplik, bir corak boşluk bırakıp anılara göçüp gitmişler. Yalnız ağaçlarımız, sularımız mı çekip gitmiş? Köyün içine girince insanlarımızın da ağaçlarımız gibi, sularımız gibi çekip gittiğini görüyorsunuz. Evler ve önleri bomboş. Bir ıssızlık çökmüş karabulut gibi köye. Insanları bırakın, bir enük bile yok üren. Ve bir zamanlar cıvıl cıvıl bütün doğallığıyla yaşadığını bildiğiniz, zihninizde böyle bir resim olarak kalan köyünüzün bu terk edilmişliği, ıssızlığı, kimsesizliği iliklerinde hissedince hüzün daha da katlanıyor ve acıya bulanarak içinize çörekleniyor. Yalnız köyün içi değil bir zamanlar gelen geçen arabalara kafasını kaldırıp el eden, selam veren, gündüzleri insan kaynayan tarlaları, bağları, bahçeleri; geceleri çobanların yaktıkları ateşleriyle aydınlanan, şenlenen dağları, bayırları da kimsesizliğe bürünmüş. Neyse biraz sonra evlerden tek tük de olsa sesler gelmeye insanlar görünmeye başlıyor. Köyümüzde az da olsa kalan bu eski tanıdık çehreleri, dağ başlarındaki tekkelerde gelip geçen yolcuları bekleyen sabır ve metanet yüklü dervişlere benzetmek geçti içimden. Onların hoş geldinizleri, biraz olsun bu hüznü dağıttı. Bir iki gün içinde bu duygularımız iyice yatıştı ve biz de bu yalnız hayatın içinde bir beş altı gün geçirdik ve yine sılayı garipliğiyle baş başa bırakarak şehirlerin kalabalığına doğru arabamızı yola vurduk bir serin yaz sabahında. Bir daha görüşünceye kadar hoşça kal, gözümü açtığımda ilk gördüğüm, havasını ciğerlerime doldurduğum, dünyadaki ilk mekanım, yurdum, yuvam, dede baba ocağım, sevdiklerimizin bağrında ebedi uykusuna yattıkları güzel diyarım, Bayamçay’ım hoşça kal!